25 Aralık 2007 Salı

31 Ağustos 2007 Cuma

Bizimle Çalışır Mısınız?

Alışverişe çıktığınızda pek çok dükkanın, mağazanın vitrininde "Bizimle Çalışır Mısınız?" cümlesini görmek mümkün. Tabii ben imla olarak doğrusunu yazdım. Bunların içinde şimdiye dek - son aylarda - sadece tek bir yerde böyle imla bakımından doğru yazılmışını gördüm. İki kelimelik bir cümle ve iki imla hatası barındıracak biçimde yazabiliyorlar. Bravo yani. İlk hata, "misiniz"in birleşik yazılması - ki kural çok basit: "mi", "misin", "misiniz" ayrı yazilmalı. Ayrı yazılması gereken "de" ve "da"lar gibi bunlar da ayrı yazılmalı. Bu kural neden anlaşılmaz, kavranmaz ve doğru yazılmaz bilmiyorum. Oysa ilkokulda çok sıkı öğretiyorlar, gerçi sonra öğretmenler ve okul idaresinden gelen yazılarda da maalesef bir sürü imla (yazım) hatası görüyoruz... Savrukluk, dikkatsizlik, boşvermişlik her alanda. Öğrencilere model olacaklar oysaki!

İkinci olarak da - ki bu yeni çıktı, eskiden olmazdı -"Bizimle çalışır mısınız?" cümlesinin soru cümlesi olmasına karşın sonuna soru işareti konmaması. Hadi bunu hazırlayan işçi, ya da yazan eleman cahil, ama bu levhayı/kartonu alıp vitrine koyan mağaza yöneticisi de mi bu kadar cahil?? Bu kadar dikkatsiz? bu kadar vurdum duymaz????!!!! Esnaf lokantası vitrininden değil, sayısız şubesi olan, adı sanı duyulmuş marka veya markamsı mağaza vitrinlerinden söz ediyorum. İnsaf diyor insan.Yaşamın pek çok alanındaki kalitesizlik, iki kelimelik bir cümlede iki yazım hatası olarak karşımıza çıkıyor. Bu kalitede iş yapanların daha iyi işler yapmalarına olanak var mı?

Park Nedir? Belediyelerimizin Park Kelimesine Getirdikleri Yeni Anlam!

Park kelimesinin TDK sözlüğündeki açıklaması şöyle:

"Bir yerleşme merkezinde halkın gezip hava alması için düzenlenmiş ağaçlı ve çiçekli büyük bahçe".

Fransızca kökenli ve olasılıkla dünyadaki herkesin "park" dendiğinde anladığı ve gözünde canlanan şey, yeşil rengin hakim olduğu, çiçekli, ağaçlı, tabanı çim olan bir yerdir. Ancak bu sözcük, İBB ve ilçe belediyeleri tarafından gri, kupkuru, betondan oluşan bir yer olarak algılanıyor. Bunu anlamak çok zor. Ben Avrupa'da birkaç büyük şehir gördüm, hiç birinde betondan oluşan, çimin, çiçeğin, ağaç veya ağaççığın olmadığı, dolayısıyla yazın sıcağı daha bir artırarak yansıtan bir "park" görmedim. Yani böyle bir yere park denemez. Yeni bir sözcük gerekir. Ancak zaten orman ve bahçe fakiri olan ülkemizde ve şehirlerimizde park adı altında yapılan yerler neden insanların biraz soluklanacağı, ağaç gölgesi, çim kokusundan yararlanacağı, hatta mümkünse küçük havuz ya da göletler kapsayan yerler değildir? Avrupa'da birkaç apartmanın arasında ya da bir sokağın köşesinde minicik bir boşluk varsa, çim dikip, çiçeklerle süsleyip hatta minicik havuzlar koyarak yapılmış estetik harikası, fotoğrafını çekmeye doyamadığınız bahçeler, parklar gördüm. Park, bahçenin büyüğü, tanımdaki gibi. Bunlara da küçük ya da büyük yapma göller koyuyorlar.. içlerinde ördekler, kuğular... Gelgelelim bizde ne işlevsellik ne de estetik anlayışı görmek mümkün. Örneğin Şişli Camii yanındaki "park" denen gri, tabanı taş, dümdüz, kuru, yazın çok sıcak, koskoca bir yer var. Diğer "park"larımız gibi!!!! Buraya ne kadar şahane bir park yapılabilir oysa. Ya haftalardır Levent Çarşı'da yapılmakta olan "park"lar???? Bizler de yeşil bir yer yapılacak sanarak mutlu olmuştuk. Üstelik ortadaki yeşil parkı söktüler, yerine daha güzelini yapacaklarına, zemini alelade, hiç bir özelliği, güzelliği olmayan kare taşlarla kaplanmış, benim beton dediğim türde "park" yapıyorlar.!!!!! Taşları da birbirlerine tam bitiştirebilseler keşke! Kimi tam bitişmiş kimin bitişmemiş, açık. Muntazam bir görüntü yok. Gayri muntazam. Hem park anlayışları yok hem de işçilik çok kötü. Sadece adı park. Ve sadece mevcut 2-3 ağacı kapsayan bir park... Uğur kırtasiyenin önündeki koskoca alan da keza. Ağaçların çevresine de akıl almaz kabalıkta beton kare çerçeveler yapılmış. Estetik duygusundan bu kadar yoksunluk olur! Milyonlar harcanacağına basit bir mahalle bahçıvanına bu işi verseler, çok daha güzeli ve gerçeği yapılırdı.

Yeşil, yani gerçek parklar insanlara nefes alma, gölgelenme olanağı sağlayan yerler olduğa kadar, estetik bir görünüm de sunarak gözümüzü, zihnimizi rahatlatırlar. Yeşilin, ağacın, insana ve doğaya faydasını anlatmaya gerek yok, herkesce malum. Bir tek belediyelerimiz hariç. Bu parkları çizen mimarlar, onaylayan "büyükler" hayatlarında hiç Türkiye'de ya da yurt dışında park görmemişler midir? Gerçekten meraktayım, böyle birini görsem ilk soracağım soru olacak. Fakat bizler de mahalleli ya da vatandaş olarak hiç bir şeye hiiiiiiç sesimizi çıkarmıyoruz. Her alanda kalitesizlik...

30 Ağustos 2007 Perşembe

İlişki Kalitesini Artırmak İçin: "Kadın Beyni" - Dr. Louann Brizendine, KelebekYayınevi, 2007

Türkçe'deki "beyin" ile ilgili kitapları okudum, bir bu kalmıştı... "Kadın Beyni". Şu an henüz bitirmedim ama gerçekten faydalı, gerekli bir kitap. Kadın beyni ile erkek beyni arasındaki yapısal ve kimyasal farklılıkları, bilimsel araştırmaların sonuçlarına dayanarak ancak bilimsel makale biçiminde değil de kolay okunur bir biçimde anlatan bu kitabı (şu ana dek çevirisini de beğendim, Joseph Ledoux'nun Duygusal Beyin isimli, beyin alanındaki çok önemli ve değerli bir kitabının maalesef ifade, cümle yapısı ve imla bakımından çok kötü ve yanlış Türkçe çevirisi gibi hiç değil), kız-erkek çocukları olan ebeveynlere, sevgilisi ya da eşini anlayabilmeyi isteyen kadın ve erkeklere, daha henüz erkek/kız arkadaşı olmamış gençlere karşı cinsin zihin yapısını, düşünme biçimini, davranışlarını anlayablmeleri, doğru yorumlayabilmeleri ve daha sağlıklı ilişkiler kurabilmeleri için, öneririm. Ben şahsen, bu bilgileri seneleeeeer önce öğrenmiş olmayı isterdim.

Kargo Şirketleri Süreçleri ve Performansları

PTT'nin gönderileri günlerce hatta haftalarca yerine ulaştıramama, hatta bir kısmını kaybetme sorununa alternatif olarak ortaya çıktığını sandığım ve sayıları giderek artan (belki de yeterli değil hala) kargo şirketlerinde ilk baştaki performansı göremiyorum ben. Ya da beklentime uymuyor. PTT ise apartmanımızın posta kutusuna - uyarıma rağmen - alakasız adreslerin mektup ve faturalarını bırakmaya devam ediyor. Kaç mektubu yerine doğru olarak ulaştırdıkları gibi bir süreç performans ölçümleri yok herhalde.

Gelelim kargo şirketlerine... Internet'ten sipariş verdim (pek çok şeyi bu yolla alıyorum, büyük rahatlık). Kargo şirketinden aradılar "evde misiniz?" diye, "bir saat içinde çıkacağım, ne zaman gelirsiniz?" dedim. "iki saat" dedi kibar ve ilgili bir çalışan. Yerlerini sordum oturduğum yere çok yakın. Üşenmesem gidip alacağım. Onlarsa arabayla iki saatte gelebilecekler, güzergah planı öyle imiş. Pek iyi süreç değil. kendilerince haklı olabilirler fakat esnek bir süreç de değil. Koşullara göre değişiklik yapılamıyor. "Yarın sabah getirseniz..." dedim. Sadece öğleden sonraları yapıyorlarmış dağıtım işini. Gerçekten çok şaşırdım. Yani buna göre, çok hızlı bir şekilde bir yere bir şey göndermenize imkan yok. Bir deneyimim de şöyle olmuştu: bir keresinde en iyi bilinen kargo şirketlerinden birini aramıştım sabah erkenden ve hemen evden gelip alırlarsa o gün mutlaka ulaştırmam gereken bir paket olduğunu söylemiştim. "Hemen gelip alabiliriz, ama bugün yerine varmaz, ertesi gün varır" dediler. Ben Levent'te oturuyorum, gideceği yer Esentepe idi... Ben kargo şirketlerinde aradığımı bulamıyorum. Bilgi eksikliğim varsa ve birileri bu eksikliğe açıklama getirirse sevinirim.

Gazete ve Web'den Otel Seçimi - Garsonların Görünümü

Senelerden beri okuduğum gazetedeki otel ilanlarındaki bir otelin dikkatimizi çekmesi üzerine, otelin Web sitesini de dikkatle inceleyerek oraya gitmeye karar verdik. Gerçi birkaç sene önce de bu şekilde bir seçim yaparak bir yere gitmiştik ve otele adımımızı attığımız anda asla orada bir gece bile kalamayacağımı anlayıp çıkmaya karar verip, gece yarısı yorgun argın kendimizi oradan kurtarmış idik, "çok şükür!" diyerek. Ve de "amma ders almaz insansın!" demenizden çekinerek bir kere de yıllar benzer şeyin olduğunu itiraf etmem gerek. Bu üç deneyimden sonra bu şekilde otel seçmeye paydos.

Özetle, gazete ve Web'de verilen bilgilerle isabetli otel seçemiyorum demek ki ben. Bu sebeple birkaç seneden beri her yaz çok çok memnun olduğumuz tatil köyüne yere gidiyorduk Fethiye Belcekız'da.... Öyle hangar gibi büyük, yorucu tatil köylerinden değil.

Bu sene bir değişiklik olsun dedik ve yukarıda dediğim gibi gazeteden seçerek Bitez'e gittik. Oradan da ertesi günü ayrıldık! On gün yer ayırtmış olmamıza rağmen. Hiç birşey sormadılar. Sorsalardı elbet söyleyeceklerim vardı. Bir kere tam pansiyon olmak zorundaydık (oda-kahvaltı önerdik, kabul etmediler) ve yemekler bize göre hiç ama hiç iyi değildi. İki çeşit sıcak yemek, 8-10 çeşit salatamsı karışımlar; bunları genelde hiç yiyemem, hele ki oradakiler ne görüntü olarak ve çeşit olarak insanda iştah bırakıyordu. Her öğün bir evvelki öğünden kalanların sunulduğu ise kuvvetle muhtemeldi. Tonla para ver, aç kal, üstü başı mikroplu personele bakmamaya, onları görmemeye çalış, sonra git dışarda tekrar ye ve ona da para harca. Yüksek sesle çalan müzik cabası. Neden illa müzik çalınır anlamıyorum, oysa ben doğanın sesini dinlemek isterim. Ama bizi oradan kaçıran, garsonların üst başlarının inanılmaz pisliği idi. Her çeşit ve renk içinde lekelerle kaplı, günlerdir yıkanmadığı belli olan tişörtler vardı üstlerinde. İnsanın midesinin bulanması mümkün değil. Peki ama bu bir tek benim dikkatimi mi çekiyordu??? Bunu çözemiyorum. Dışardan bakıldığında hiç de fena bir yer gibi durmayan, hatta iyi gibi duran bu otelin garsonlarının bu vahim görüntüsünü (mutfak nasıldır acaba?) ilgili mercilere bildirmek gerek, ancak uğraşılacak o kadar çok konu var ki çevremizde, insan yetişemiyor. Başka bir yer ayarlayıp (oda-kahvaltı) oraya geçtik. Yani etraf rakiplerle dolu ama umurları değil. Demek ki müşteri kaçsa da hala gelenler var.

Sonraki günlerde öğle ve akşam yemeklerimizi değişik değişik restoranlarda, kafelerde yedik. Her gittiğimiz yerde çalışanların kıyafeti tertemizdi, hele ki son gece yemek yediğimiz 4 yıldızlı otelin garsonları ve komileri akşam yemeklerinde bembeyaz, kolalı gömlek ve önlükleri, siyah papyonlarıyla insanın içine su serpiyor hem de çok estetik duruyorlardı. Akşam yemeklerini sadece açık büfe olarak sunuyor olmalarına rağmen (biz bunu bilmeden gitmiştik), oğlum spagetti bolonez (kıymalı makarna) diye tutturduğundan ve açık büfede o gün bu yemek bulunmadığından, bizi kös kös yollamak yerine kibarca oturtup siparişimizi aldılar. Adam gibi birşey yemedik, içki de içmedik, yani onlara bir para kazadırmadık kanımca. Restoran şefi genç kıza çok teşekkür ettik ayrılırken, bir kez de buradan teşekkür ediyorum Hotel Ambrosia'ya, bu kolay rastlanmayacak tutumlarından dolayı.

30 Ağustos Zafer Bayramı'nız Kutlu Olsun

30 Ağustos 2007'de bu blog'u başlatıyorum.